BAKARA 3 |
الَّذِينَ
يُؤْمِنُونَ
بِالْغَيْبِ
وَيُقِيمُونَ
الصَّلاةَ وَمِمَّا
رَزَقْنَاهُمْ
يُنفِقُونَ {3} |
3. Onlar ğayba inanırlar,
namazı dosdoğru kılarlar kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak
ederler.
Bu buyruğa dair
açıklamalar yirmi altı başlık halinde sunulacaktır:
1- Takva Sahiplerinin Nitelikleri:
2- Gayb'ın Sözlük Anlamı:
3- Kur'ani Anlamıyle Ğayb:
4- Takva Sahipleri ve Namaz:
5- Namaz için Kamet Getirmek:
6- Namaz Kılarken Kameti Duyan:
7- imama Yetişemeyip Sonradan Kılınan
Rekatlar Eda mıdır. Kaza mıdır.?
8- Kamet Getirildiği Takdirde Nafile
Kılınmaz:
9- Sabah Sünnetini Kılmadan Kameti
Duyan:
10- Salat'ın Anlamı:
11- Kelime ve Terim Olarak Salat
(Namaz):
12- Bu Buyruhtaki "Namaz"dan
Kasıt:
13- Namazın Fazileti:
14- Namazın Şart ve Farzları:
15- Rüku ve Sucud'da Tesbih:
16- Birinci Oturuş ve Teşehhüd:
17- Son Oturuş:
18- Selam'ın Hükmü:
19- iftitah Tekbiri'nin Hükmü:
20- iftitah Tekbirinin Sözleri:
21- Namazda Niyyet:
22- Rızık:
23- Kelime Anlamı ile "Rızık'':
24- ''İnfak''ın Anlamı:
25- ''İnfak"tan Kasıt:
1- Takva Sahiplerinin
Nitelikleri:
"Onlar"
anlamına gelen (...) kelimesi "takva sahipleri" kelimesinin sıfatı
olarak (mahallen) mecrurdur. Önceki kelime ile ilişkisi olmamak üzere merfu
olması da caizdir. Yani: Onlar öyle kimselerdir ki... Övmek kasdıyla
nasbedilmesi de caizdir. (Özellikle: Gayb'a inanan ... ları kasdediyorum, anlamında).
"inanırlar"
tasdik ederler anlamındadır. iman sözlükte tasdik demektir.
Kur'an-ı Kerim'de şöyle
buyurulmaktadır: "Sen bize iman edici değilsin'' (Yusuf, 17); yani bizi
doğrulayıcı değilsin. Bu kelime be ve lam harfleri ile mef'ul alır (geçişli
olur). Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Sizin dininize
uyanlardan başkasına inanmayın. "(Al-i İmran, 73); "Musa'ya ...
inanmadı" (Yunus, 83)
Haccac b. Haccac
el-Ahvel (Zikku'l-Asel lakaplı) rivayetle dedi ki: Katade'yi şöyle derken
dinledim: Ey adem oğlu, eğer sen hayrı ancak isteyerek severek yapmak istiyor
isen şunu bil ki senin nefsin usanmaya, yorulmaya ve tahammülsüzlüğe meyyaldir.
Fakat asıl mü'min zor gelse dahi katlanandır. Asıl mü'min, buna karşı kendisini
güçlendirendir. Asıl mü'min işi sıkı tutandır. Şüphesiz ki mü'minler gece ve
gündüz telbiye getirerek (Lebbeyk diyerek ve dua ederek) Allah'a yönelenlerdir.
Allah'a yemin ederim mü'min gizli ve açık Rabbimiz, Rabbimiz deyip durur ve
nihayet Allah da gizli açık dualarını kabul buyurur.
2- Gayb'ın Sözlük
Anlamı:
"Gayb"
Arapçada göremediğin herşey hakkında kullanılır. Kelimenin aslı ya'lıdır. O
bakımdan: Güneş battı, batıyor, denilir. Gaybet (gaib olma hali) anlamı bilinen
bir kelimedir. Kadının kocası kaybolduğunda (...) denilir. Bu şekilde kocası
kaybolan kadına da (...) denilir. Yerin çukurca bir bölgesine düşüldüğü
takdirde: Çukurca bir yere düştük, denilir. İçinde saklanılıp kaybolunan
ağaçların toplu olarak bulunduğu yere de (koruluk, ormanlık anlamına) (...) adı
verilir. Yerin alçakça olan kısımlarına da "ğayb" denilir. Çünkü
gözün görmediği bir yerdir.
3- Kur'ani Anlamıyle
Ğayb:
Müfessirler burada yer
alan "ğayb"ın ne anlama geldiği hususunda farklı görüşlere sahiptir.
Kimisi, bu ayet-i kerimede kastedilen ğayb, Yüce Allah'tır demektedir. İbn
el-Arabi bunu zayıf görmektedir. Kimisi kaza ve kaderdir. Kimisi Kur'an-ı Kerim
ve onda bulunan ğayblerdir demişlerdir. Kimisi de ğayb: Resulullah (s.a.v.)'ın
haber verdiği ve akıl ile bilinemeyen herşeydir: Kıyametin alametleri, kabir
azabı, haşir, neşir, sırat, mizan, cennet ve cehennem gibi. İbn Atiyye der ki:
Bu görüşler arasında çelişki yoktur. Aksine ğayb bunların hepsi hakkında
kullanılabilir.
Derim ki: Bu, Cibril
hadisinde (a.s), Peygamber (s.a.v.)'e: Bana imandan haber ver, diye sorduğunda
Hz. Peygamber'in kendisine işaret ettiği şer'ı imanı ifade eder. Hz. Peygamber
bu soruya cevaben şöyle buyurdu: "(İman) Allah'a meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, ahiret gününe iman etmen ve hayrı ile şerriyle de kadere iman
etmendir." Hz. Cebrail: de: Doğru söyledin, diye cevap verdi...
Abdullah b. Mes'ud der
ki: Hiçbir mü'min ğayba imandan daha üstün bir şeye iman etmiş değildir. Bundan
sonra da Yüce Allah'ın: "Onlar ğayba iman ederler ... " buyruğunu
okudu.
Derim ki: Kur'an-ı
Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: Biz gaib olanlar değiliz. "(el-A'raf, 7)
Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: ''Onlar ğaybde Rablerinden korkarlar.
"(el-Enbiya, 49) Yüce Rabbimiz, dünya yurdunda gözle görülmeyen, gaiptir.
Ancak dikkatle düşünmek ve istidlal halinde gaib olmadığı görülür. O bakımdan
mü'minler amellere karşılık veren kadir bir Rablerinin olduğuna iman ederler.
İnsanlardan uzaklarda, görülmeyip yalnız kaldıklarında ve gizliliklerde O'ndan
korkarlar. Çünkü Allah'ın kendilerini görmekte olduğunu bilirler. Böylece
ayetlerin açıklaması uygun bir şekilde yapılmış ve aralarında zıtlık kalmamış
olur. Bundan dolayı Allah'a hamdederiz.
"Gayba"
buyruğu ile kastın, onlar münafıkların zıddına, vicdanlarında, kalplerinde
Allah'tan korkarlar anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da güzel bir
açıklamadır. Şair der ki: "Gayba iman ettik, halbuki bizim kavmimiz
Muhammed'den önce putlara ibadet ederlerdi. "
4- Takva Sahipleri ve
Namaz:
"Namazı dosdoğru
kılarlar" buyruğu bir cümlenin cümleye atfedilmesini ifade eder.
"Namazın dosdoğru kılınması (ikame edilmesi)" rükünleriyle,
sünnetleriyle, vakitlerinde uygun şekilleriyle -ileride açıklanacağı üzere eda
edilmesi demektir. Bu buyruk, devam etti ve sabit oldu anlamına gelen (...) dan
gelmektedir. Ayak üzerinde durmaktan değildir. Mesela: Hak kaim oldu,
denildiğinde açıkça ortaya çıktı ve sabit oldu kastedilir. Şair der ki:
"Ve savaş bizimle -
bacağı üzere - ayağa kalktı." Bir diğer şair de şöyle demektedir:
"Onlara: Düşman
tarafından basıldınız, denildi mi hiç vakit kaybetmezler Hemen atlılar mızrak
pazarını kurarlar."
"Dosdoğru
kılarlar" buyruğunun devam ettirirler anlamına geldiği de söylenmiştir.
Hz. Ömer şu sözleriyle buna işaret etmektedir: "Namazı koruyan ve ona
gereken dikkati gösteren dinini korumuş olur. Namazı yitirip kaybeden kişi
ondan başkasını daha çok kaybeder."
5- Namaz için Kamet
Getirmek:
Namaz için ikamet
(kamet) getirmek bilinen bir husustur. Cumhura göre kamet, sünnettir. Kameti
terkedenin (namazı) iade etmesi gerekmez. Evzai, Ata, Mücahid ve İbn Ebi
Leyla'ya göre vaciptir. Onu terkedenin namazı iade etmesi gerekir. Zahiriler de
böyle demiştir. Bu görüş İmam Malik'ten de rivayet edilmiştir. İbn el-Arabi de
bunu tercih ederek şöyle demektedir: Çünkü Bedevi arabın namaz kılması ile
ilgili hadiste: "Ve kamet getir" diye buyurarak Hz. Peygamber, tekbir
getirmesini, kıbleye yönelmesini ve abdest almasını emrettiği gibi kamet
getirmesini de emretmiştir.
Daha sonra şöyle der:
Şimdi sizler artık bu hadisi de bildiğinize göre, bu konuda İmam Malik'e ait
iki rivayetten hadise uygun olanını kabul etmeniz gerekir ki, bu da kamet
getirmenin farz olduğu şeklindedir.
İbn Abdi'l-Berr,
Peygamber (s.a.v.)'ın: "Namazın tahrimesi, tekbirdir" buyruğu tahrime
getirmeyen kimsenin namaza girmiş olmayacağının delilidir. Dolayısıyla bu
tahrimeden (iftitah tekbirinden) önce yapılan işlerin hükmü, terkedilmeleri
dolayısıyla namazın iade edilmemesidir. Fukahanın icma ile kabul ettikleri
şeyler müstesna. Bu konuda icma bulunduğundan dolayı (namazda) selam verir ve
bunları yerine getirir. Taharet, kıbleye yönelmek, vakit ve benzerleri.
Mezhebimize (Maliki)
mensup kimi ilim adamları şöyle demiştir: Kamet getirmeyi kasten terkeden kimse
namazı tekrar iade eder. Ancak bu, kametin farz olduğundan dolayı değildir.
Çünkü farz olmuş olsaydı kasten veya yanılarak terkedilmesi arasında fark
olmazdı. Bu hükmün sebebi sünnetlerin hafife alınması(nın önüne geçmek)dir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
6- Namaz Kılarken Kameti
Duyan:
"Kamet
getirildiğini duyan kimse acele eder mi etmez mi?" hususunda ilim adamları
arasında farklı görüşler vardır. Çoğunluk isterse bir rek'ati kaçıracağından
korksun acele etmeyeceği görüşündedir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: "Namaz için kamet getirildiğinde koşarak namaza gitmeyiniz.
Yürüyerek namaza gidiniz ve sükünetinizi bozmayınız. Yetiştiğinizi kılınız,
yetişemediğinizi de tamamlayınız." Bunu Ebu Hureyre rivayet etmiş, Müslim de
Kitabına almıştır.
Yine Ebu Hureyre'den
rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Namaz için
kamet getirildiğinde sizden hiçbir kimse namaza koşarak gitmesin. Yürüyerek
gitsin ve sükunetini bozmaksızın ağırbaşlılığını korusun. Yetiştiğini (imamla)
kıl, yetişemediğini sonradan sen kaza et."
İşte bu hadisler bu
konuda birer nastır. Mana yönünden ise, kişi, koşarak yorulur ve nefes nefese
yetişirse, namaza girmesi, okuması ve huşuunu birbirine karıştırır, şaşırır.
Aralarında İbn Ömer'in de -bu konuda farklı rivayet gelmekle birlikte -İbn
Mes'ud'un da bulunduğu seleften bir grup namazı geçireceğinden korktuğu
taktirde çabucak gidebileceği görüşündedir. İshak der ki: Rek'ati kaçırmaktan
korkarsa acele eder. İmam Malik'ten de buna benzer bir görüş rivayet
edilmiştir. İmam Malik der ki: At sırtında olan kimsenin atını dürtüp
koşturmasında mahzur yoktur. Bazıları onun bu görüşünü yayan yürüyen ile bineği
üzerinde giden arasında fark vardır, şeklinde açıklamışlardır. Çünkü at
sırtında olan bir kimse yürüyen kimse gibi yorulup nefes nefese kalmaz.
Derim ki: Her durumda
Resulullah (s.a.v.)'ın sünnetine uymak daha uygundur. O bakımdan hadis-i
şerifte belirtildiği gibi sükunetini ve ağırbaşlılığını bozmaksızın, yürümesine
eskisi gibi devam eder. Çünkü namaza giden de namazdadır. Peygamber (s.a.v.)'in
haber verdiği bir hususun haber verdiğinden başka türlü olmasına imkan yoktur.
Namaza girmiş, (başlamış) bir kimsenin nasıl sükunet ve ağırbaşlılığını
koruması gerekiyorsa yürüyenin durumu da böyledir. Taki o da bu şekilde namaz
kılana benzesin ve onun elde ettiği sevabı elde edebilsin. Bizim bu görüşümüzün
sağlıklı oluşuna delil, belirttiğimiz hadis-i şeriflerdir. Ayrıca Darimi'nin
Müsnedinde kaydettiği şu rivayet de buna delildir: Bize Muhammed b. Yusuf anlattı
dedi ki: Bize Süfyan, Muhammed b. Adan'dan anlattı, o el-Makburi'den o Ka'b b.
Ucre'den rivayetle dedi ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Abdest
alıp mescide doğru yola koyuldun mu parmaklarını biribirine geçirme. Çünkü sen
namazdasın." Sahih olan bu hadis-i şerifte Peygamber (s.a.v.) acele
etmekten daha az olan bir davranışı men etmiş ve mescide gitmekte olan birisini
namaz kılan birisi gibi değerlendirmiştir. İşte Sünnet-i Seniyye'den bu
rivayetler Yüce Allah'ın: ''Allah'ın zikrine koşunuz" (el-Cum'a, 9)
buyruğunu beyan etmekte ve bununla namaza gitmek için çabukça koşmanın söz
konusu olmadığı, aksine bir fiil ve amelin kastedildiği anlaşılmaktadır.
Nitekim İmam Malik de bunu böylece açıklamıştır. Bu konuda doğru olan görüş
budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
7- imama Yetişemeyip
Sonradan Kılınan Rekatlar Eda mıdır. Kaza mıdır.?
İlim adamları Peygamber
Efendimizin: "Yetişemediğinizi tamamlayınız" buyruğu ile:
"Yetişemediğini kaza et" buyruklarının aynı anlama gelip gelmediği
hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu iki tabirin aynı anlama geldiği ve
"kaza etmek" tabirinin mutlak olarak kullanılıp tamamlamak
kastedildiği söylenmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Namaz
kaza edildiğinde (kılındığında)" (el-Cuma, 10) Bir başka yerde de:
"Hacc ibadetlerinizi kaza ettiğinizde (tamamladığınızda) ... "
(el-Bakara, 200)
Bunların farklı
anlamlarda olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da budur. Bu farklı görüşler,
sonucunda namaza sonradan katılan bir kimsenin imamla kıldıkları namazının ilk
rek'atleri midir, sonraki rek'atleri midir konusunda da görüş ayrılığına sebep
teşkil etmiştir. Birinci görüşü aralarında İbnü'l-Kasım'ın da bulunduğu İmam
Malik mezhebine mensup bir grup kabul etmiştir. Fakat böyle bir kimse
kılamadıklarını Fatiha ve zammı süre okuyarak kaza eder. Böylelikle bu kişi
fiilleriyle önce kılınmış bir namaza bina etmiş fakat sözleriyle kaza etmiş
olur.
İbn Abdi'l-Berr der ki:
Maliki mezhebinde meşhur olan görüş budur.
İbn Huveyzimendad der
ki: Bizim mezhep alimlerimizin kabul ettiği görüş budur. Aynı zamanda bu,
Evzai'nin, Şafii'nin, Muhammed b. el-Hasan'ın, Ahmed b. Hanbel'in, Taberi'nin
ve Davud b. Ali'nin de görüşüdür. İbn Abdi'lHakem'in Malik'ten zikrettiği görüş
olan Eşheb'in rivayetiyle İsa'nın İbnu'lKasım yoluyla Malik'ten naklettiği
rivayete göre, sonradan yetişenin yetiştiği rek'atler namazının son kısmıdır.
Bu durumda o hem fiil hem söz itibariyle kalanı kaza eder. Kufeli alimlerin
görüşü de budur.
Kadı Ebu Muhammed
Abdülvehhab der ki: Maliki mezhebinin meşhur olan görüşü de budur. İbn
Abdi'l-Berr der ki: Sonradan yetişenin yetiştiği bölümleri, namazının yetiştiği
ilki kabul edenler zannederim ihrama (iftitaha) riayet etmiş, onu gözönünde
bulundurmuşlardır. Çünkü iftitah ancak namazın başında sözkonusudur. Teşehhüd
ve selam ise ancak namazın sonunda sözkonusu olur. İşte burdan hareketle şöyle
demişlerdir: Sonradan yetişenin yetiştiği, namazının başıdır. Bununla birlikte
hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v.): "Tamamlayınız" diye buyruğu
da varid olmuştur. Tamamlamak ise sonradan olan bir iştir.
Karşı görüşü savunanlar
ise, Hz. Peygamber'in "Kaza ediniz" buyruğunu delil gösterirler. Kaza
edilen ise kaçırılan, kılınamayandır. Ancak "tamamlayınız" şeklinde
gelen rivayet dahaçoktur. İmam ile yetiştiğin, namazının başıdır, diyenlerin
görüşlerine ancak Abdülaziz b. Ebu Seleme el-Macişun ile el-Müzeni, İshak ve
Davud'un şu söyledikleri uygun bir açıklama olur: Sonradan imama yetişen kişi
imam ile birlikte Fatiha'yı ve yetiştiği takdirde bir süre okur. Kaza etmek
için kalktığı takdirde ise yalnızca Fatiha'yı okur. Bunların bu açıklamaları,
kabul ettikleri asıl ilkeye ve uygulamalarına uygun düşmektedir. -Allah
onlardan razı olsun-.
8- Kamet Getirildiği
Takdirde Nafile Kılınmaz:
Kamet getirilmesi nafile
namaza başlamayı engeller. çünkü Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Namaz için kamet getirildiğinde farz namazdan başka namaz olmaz."
Bunu Müslim ve başkaları rivayet etmiştir. Eğer nafileye başlamış bulunuyor ise
bu sefer onu kesmez. Çünkü Yüce Allah: ''Amellerinizi iptal etmeyiniz"
(Muhammed, 33) diye buyurmaktadır. Özellikle de o nafileden bir rek'at kılmış
ise. Konu ile ilgili hadisin genelliği dolayısıyla başladığı nafileyi keser de
denilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
9- Sabah Sünnetini
Kılmadan Kameti Duyan:
Henüz sabah namazının
iki rek'atini kılmadan mescide gelen ve akabinde de farz için kamet
getirildiğini gören kişinin durumu hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri
vardır. İmam Malik der ki: İmama uyar ve iki rek'ati (sünneti) kılmaz. Eğer
henüz mescide girmemiş ise şayet bir rek'atin geçeceğinden korkmuyor ise
mescidin dışında iki rek'at sünneti kılıverir. Ancak Cum'a namazının eda
edildiği mescide bitişik mescid avlularından herhangi bir yerde bu iki rek'ati
kılmaz. Şayet ilk rek'ati kaçıracağından korkarsa imama uysun ve onunla
birlikte namaz kılsın. Daha sonra arzu ettiği takdirde güneş doğduktan sonra bu
iki rek'at sünneti kılar. Hatta güneş doğduktan sonra bu iki rek'at sünneti
kılması onları büsbütün terketmesinden daha iyi ve faziletli bir davranıştır.
Ebu Hanife ve
arkadaşları da der ki: Şayet (farz) iki rek'ati kaçırmaktan ve imamın ikinci
rükudan başını kaldırmasından önce yetişemeyeceğinden korkarsa o takdirde imama
uyar. Eğer imam ile birlikte bir rek'ata yetişebileceğine kanaat getirir ise,
mescidin dışında sabah namazının iki rekat sünnetini kılar, sonra da imama
uyar. el-Evzai de böyle demiştir. Ancak o, son rek'ati kaçırmaktan korkmadığı
sürece bu iki rek'at sünneti mescidde de kılmayı caiz görmektedir. es-Sevri de
der ki: Bir rek'ati kaçırmaktan kork arsa cemaat ile birlikte namaza durur ve
bu iki rekat sünneti kılmaz. Aksi taktirde iki rek'ati kılar, isterse mescide
girmiş bulunsun.
el-Hasen b. Hay (b.
Hayyan da denilmektedir) der ki: Kamet getiren kişi, kamete başladığı takdirde
sabahın iki rek'at sünneti dışında farz olmayan hiçbir namaz kılınmaz.
Şafii de der ki: Mescide
girdiğinde namaz için kamet getirildiğini gören bir kimse, imam ile birlikte
namaza durur ve (sabahın) iki rek'at sünnetini mescidin dışında da içinde de
kılmaz. et-Taberi de böyle demiştir. Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir. Bu görüş
İmam Malik'ten de nakledilmiştir. Bu konuda sahih olan görüş de budur. Çünkü
Peygamber (s.a.v.): "Namaz için kamet getirildiği takdirde farz dışında namaz
olmaz." diye buyurmaktadır. Sabah namazının iki rek'ati ya sünnettir, ya
fazilettir veya rağibe (kılınması teşvik edilmiş) bir namazdır. Anlaşmazlık
halinde delil ise sünnetten getirilen delildir.
İmam Malik'in meşhur
olan görüşü ile Ebu Hanife'nin görüşünün delillerinden bir tanesi de İbn
Ömer'den gelen şu rivayettir: İbn Ömer mescide geldiğinde imamın sabah namazını
kıldığını görür. İbn Ömer bu iki rek'ati Hz. Hafsa'nın odasında kıldıktan sonra
imama uyarak onunla birlikte namazını kılar.
es-Sevri ve el-Evzai'nin
delillerinden birisi de Abdullah b. Mes'ud'dan gelen şu rivayettir. O mescide
girdiğinde namaz için kamet getirildiğini görür. Mesciddeki direklerden
birisinin arkasına çekilerek sabahın iki rek'at sünnetini kılar ve sonra da
namaza durur. Ve bunu ashab-ı kiramdan olan Huzeyfe ile Ebu Musa (r. anhum)'ın
da hazır olduğu bir sırada yapar. Ayrıca bunlar (Sevri ve Evzai ile onların
görüşünde olanlar) şöyle derler: Kişinin mescid dışında farza durmayıp nafile
ile uğraşması caiz olduğuna göre mescidde de bunu yapması caizdir.
Müslim, Abdullah b.
Malik b. Buhayne'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Sabah namazı için kamet
getirildi. Resulullah (s.a.v.) da müezzinin kamet getirdiği sırada namaz kılan
birisini gördü ve ona: "Sen sabahı dört rek'at olarak mı
kılıyorsun?"dedi. Bu, Hz. peygamber'in imam namaz kılarken, mescid
içerisinde sabahın iki rek'at sünnetini kılan bir kimseye tepki göstererek bu
davranışını reddettiğini ifade etmektedir. Aynı şekilde bu hadis-i şerifi
sabahın iki rek'at sünnetinin böyle bir durumda kılınması halinde sahih
olduğuna delil gösterilmesi de mümkündür. Çünkü Peygamber (s.a.v.) böyle bir
şeyi yapmak imkanına sahip olmakla birlikte onun namazını kestirmemiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
10- Salat'ın Anlamı:
"es-Salat"
(namaz): Sözlükte dua demektir. Duayı ifade eden (...)'dan türetilmiştir. Hz.
Peygamber'in şu hadis-i şerifi de böyledir: "Sizden herhangi bir kimse bir
yemeğe çağrıldığı takdirde bu daveti kabul etsin. Eğer oruçsuz ise, yemekten
yesin. Oruçlu ise, salat getirsin." Yani dua etsin. Kimi ilim adamları der
ki: Burda kastedilen bildiğimiz namazdır. Oruçlu olan bu kişi bu durumda iki
rek'at namaz kılar ve ayrılır gider. Ancak birinci görüş daha yaygındır ve daha
çok ilim adamı bu görüşü benimsemiştir.
Hz. Esma, Abdullah b.
ez-Zübeyr'i doğurduğu sırada onu Peygamber (s.a.v.)'e gönderdi. Esma der ki:
Daha sonra Hz. Peygamber eliyle onu sıvazladı ve ona salat getirdi. Yani ona
duada bulundu.
Yüce Allah da: "Ve
onlara salat getir" (et-Tevbe, 103), diye buyurmuştur. Onlara dua et,
demektir. el-A'şa der ki: "Gitmemin yaklaştığı sırada kızım der ki: Rabbim
her türlü yorgunluktan, ağrıdan babamı uzak tut Sen bu duanın benzerini yapmaya
devam et, uyku için yum gözlerini Çünkü kişinin yanı uyumak ihtiyacını duyar."
Yine el-A'şa der ki:
"Küpü içerisinde rüzgar onunla karşılaştı. Küpüne dua etti, tekbir getirdi
ve duada bulundu. "
Burada geçen (...)
kelimesinin tekbir getirip dua etmek anlamında olduğu es-Sihhah'ta
belirtilmiştir.
Kimisi de
"salat" lafzı (...) kelimesinden türetilmiştir. Bu ise sırt
bölgesinin ortalarında bir damarın adıdır. Kuyruk sokumunda bu damar bölünür ve
onun etrafını çevirir. At yarışında (...) kelimesi de burdan gelmektedir. Çünkü
yarışta bu kişinin atının başı kendisinden önceki yarışçının atın ın kıçının
yakınında olur. "es-Salat" kelimesi de buradan türetilmiştir. Ya
imandan sonra ikinci önemli farz olduğundan dolayı bu ismi almıştır ve
böylelikle namaz at yarışında bu şekilde ikinci gelen "el-musalli"ye
benzetilmiştir, ya da rüküa eğilen bir kimsenin iki kaba etini büktüğünden
dolayı bu adı almıştır. Çünkü "es-Sala" atın kuyruk sokumu
anlamındadır. Bunun ikili de (...) şeklinde gelir. "el-Musalli" ise
öne geçenin hemen arkasından gelen demektir. Çünkü ikincisinin başı birincisinin
kıçına yakındır. Hz. Ali de şöyle demiştir: Rasülullah (s.a.v.) öne geçti ve
arkasından Ebu Bekir vardı (salla) üçüncü olarak da Ömer vardı.
"Salat"
lafzının devamlılık ve ayrılmamaktan alınmış olduğu da söylenmiştir. Kişi ateşe
düştüğü, ateşlik olduğu zaman "Ateşi boyladı" denilir. Yüce Allah'ın:
"Kızgın bir ateşe girecektir" (el-Gaşiye, 4) buyruğunda da
(girecektir anlamına gelen) bu kelime de bu manadadır. elHaris b. Ubad da der
ki:
"Ben o cinayete
katılanlardan değilim. Allah biliyor ki Bugün onun ateşinin hararetine
yanıyorum." Yani onun ateşine düşmüş bulunuyorum. Bu anlamı ile, sanki
ibadete Yüce Allah'ın emrettiği şekli ile devam etmek ve bunu sürdürmek manası
kastedilmiş gibidir.
Namaz kelimesinin ateşte
kavurup düzeltip yumuşatıldığı takdirde kullanılan: "değneği ateş üzerinde
ısıttım" kökünden alındığı da söylenmiştir. Sanki namaz kılan
"el-musalli" namaz kılmak suretiyle kendisini doğrultur, yumuşatır ve
huşua gelir gibi olduğundan bu isim verilmiş gibidir. el-Harzend der ki:
"İşinde acele etme, onu sürdür Çünkü devamlı sürdüren kimse gibi asanı
(bir rivayete göre asasını) doğrultan bulunmaz."
Salat, dua ve rahmet
anlamlarına gelir. "Allahumme salli ala Muhammed", yani
"Allah'ım, Muhammed'e rahmet buyur" ifadesi de buradan gelmektedir.
Salat ibadet anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda geçen
"salat" lafzı böyledir: "Onların Beyt-i Haram'ın yanındaki
ibadetleri ıslık çalmaktan .... başka değildi." (el-Enfal, 35) Yine
"es-salat'' nafile anlamına da gelir. "Ehline namazı emret.
"(Taha, 132) buyruğunda olduğu gibi. Salat, tesbih anlamına da gelir. Yüce
Allah'ın: "Eğer o gerçekten tesbih edenlerden olmasaydı"(es-Saffat,
143) Yani, musallilerden olmasaydı, anlamınadır. Nitekim kuşluk namazını ifade
etmek üzere "sübhatü'd-duha" tabiri de buradan gelmektedir.
"Seni hamdinle tesbih ederiz. "(el-Bakara, 30) buyruğu ile ilgili
olarak "namaz kılarız, salat ederiz" şeklinde de açıklanmıştır.
Salat, okumak anlamına
da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda bu anlamadır: "Dua yaparken, sesini
pek yükseltme ve pek kısma da." (el-İsra, 110) Buna göre "salat"
lafzı müşterek bir lafızdır. Yine salat içinde namaz kılınan evanlamına da
gelir. Bunu İbn Faris söylemiştir.
Salatın bu bildiğimiz
ibadet için öngörülmüş özel bir isim olduğu da söylenmiştir. Çünkü şanı Yüce
Allah şeriatsız hiçbir zaman bırakmadığı, namazsız hiçbir şeriat de yoktur. Bu
görüşü Ebu Nasr el-Kuşeyri nakletmiştir.
Derim ki: Bu görüşe göre
"salat"ın iştikakı (türetilmişi) yoktur. Cumhurun görüşüne gelince bu
da bir sonraki başlıkta açıklanacaktır:
11- Kelime ve Terim
Olarak Salat (Namaz):
Bu konuda usulcülerin
farklı iki görüşü vardır. Birisine göre bu kelime ilk olarak konulmuş olduğu
lügavi esası üzere kalmıştır. İman, zekat, siyam (oruç), hac kelimeleri gibi.
Şeriat ise bu konuda yalnızca gerekli şart ve hükümleri açıklamıştır. İkinci
görüşe göre şeriatın getirdiği bu fazlalıklar, bu kelimeleri yeniden konulmuş
kelime haline getirir. Ve tıpkı şeriat tarafından ilk defa konulmuş,
kullanılmış gibi olurlar. Usulcülerin ihtilafı işte bu noktadadır. Birincisi
daha doğrudur. Çünkü şeriat arap diliyle sabit olmuştur. Kur'an-ı Kerim de
şeriati apaçık bir arapça ile bildirmiştir. Diğer taraftan arapların isimleri
kullanmakta belli bir tasarruf şekilleri vardır. Mesela "ed-dabbe" kelimesi
debelenen hareket eden her bir varlık için kullanıldığı halde daha sonra örf bu
kelimeyi sadece "el-behaim (yırtıcı hayvanlar dışında kalan dört ayaklı
bütün kara ve deniz hayvanların)"a tahsis etmiş ve örfte sadece bunlar
anlaşılır olmuştur. İşte şeriatın örfünün de isimler üzerinde böyle bir
tasarrufu sözkonusudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
12- Bu Buyruhtaki
"Namaz"dan Kasıt:
Burada sözü geçen
"namaz" ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır.
Kasıt farz namazlardır denildiği gibi, hem farz hem nafile namazlardır da
denilmiştir. Doğru olan görüş de budur. Çünkü lafız genel bir lafızdır ve takva
sahibi ise hem farzları hem de nafileleri işler.
13- Namazın Fazileti:
Namaz rızık için bir
sebeptir. Nitekim Yüce Allah -Allah'ın izniyle- Taha süresinde de açıklaması
geleceği gibi: "Aile halkına namazı emret. "(Taha, 132) diye
buyurmaktadır. Yine namaz karın ağrısı ve diğer ağrılara karşı bir şifadır. İbn
Mace'nin rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiş: Peygamber (s.a.v.) erkenden
namaz kıldı. Ben de erkenden namaz kıldım ve oturdum. Peygamber (s.a.v.) bana
dönüp şöyle dedi: Onun (açlığın) derdinden mi karnın ağırıyor? Ben: Evet ey
Allah'ın peygamberi dedim. O da bana: "Kalk namaz kıl, çünkü namazda şifa
vardır" diye buyurdu. Bir rivayette de "açlık derdinden mi karnın
ağırıyor?" ifadesini Farsça olarak
(...) şeklinde söylediği kaydedilmektedir. Farsça: Karnının rahatsızlığından mı
şikayet ediyorsun? anlamındadır.
Ayrıca Peygamber
(s.a.v.) herhangi bir işten dolayı sıkılır ise, hemen namaza koşardı.
14- Namazın Şart ve
Farzları:
Namaz ancak birtakım
şart ve farzlar yerine getirildiği takdirde sahih olur.
Taharet, namazın
şartları arasındadır. Buna dair hükümler, Nisa ve Maide sürelerinde gelecektir.
Bir diğer şart avretin örtülmesidir. Buna dair açıklamalar da Yüce Allah'ın
izniyle A'raf süresinde gelecektir.
Namazın farzlarına
gelince: Kıbleye yönelmek, niyet etmek, tahrim tekbiri (iftitah tekbiri)
getirmek ve bunun için ayakta olmak, Fatiha süresini okumak ve bunun için
ayakta bulunmak, rükü ve rüküda itmi'nan, başın rüküdan kaldırılması ve
doğrulmak, sücud ve sücudda itmi'nan, başın secde'den kaldırılması, iki secde
arasında oturmak ve bu oturuşta itmi'nan, ikinci defa secdeye varmak ve bunda
da itmi'nan. Bütün bu hükümlerde asıl delil ise, Ebu Hureyre tarafından rivayet
edilen ve Peygamber (s.a.v.)'ın namazını doğru dürüst kılamayan kimseye namaz
kılmayı öğretmesine dair hadis-i şeriftir. Sözü geçen bu hadis-i şerifte Hz.
Peygamber bu kişiye şöyle demiştir:
"Namaz kılmak üzere
kalktığın vakit, abdest azalarını iyice yıka, sonra kıbleye yönel, sonra tekbir
getir, sonra Kur'an-ı Kerim'den ezberlediğin bölümlerinden kolayına geleni oku.
Sonra itmi'nan buluncaya kadar rükü et. Sonra doğruluncaya kadar başını kaldır,
sonra secdende itmi'nan buluncaya kadar secde yap. Sonra iyice itmi'nan bulacak
şekilde oturuncaya kadar başını (secdeden) kaldır ve sonra da bunu namazının
bütününde aynen yap." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
Rifaa b. Rafi'in rivayet
ettiği hadis de böyledir. Bunuda Darakutni ve başkaları rivayet etmiştir.
Mezhep (Maliki Mezhebi)
alimlerimiz der ki: Peygamber (s.a.v.)'ın bu buyruğu namazın rükünlerini
açıklamakta, bu konuda kamet getirmekten, elleri kaldırmaktan, kıraat
miktarından ve intikal tekbirlerinden söz etmemektedir. Yine rükü ve sücudda
tesbih getirmekten, (birinci kadede) arada oturmaktan, teşehhüdden, son
oturuştan ve selam vermekten de söz etmemektedir.
Kamet getirmek ve
muayyen olarak Fatiha'nın okunması ile ilgili açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. Ellerin (intikal tekbirlerde) kaldırılması ise, ilim adamlarının
büyük çoğunluğu ve fukahanın geneline göre vacip değildir. Çünkü Ebu
Hureyre'nin ve Rifaa b. Rafi'in rivayet ettiklerine işaret edilen hadisleri
bunu ifade etmektedir. Davud (ez-Zahiri) ve mezhebine mensup bazı kimseler,
iftitah tekbiri esnasında bunun vücubunu (farz olduğunu) kabul etmişlerdir.
Kimisi de şöyle demiştir: İftitah esnasında, rükü esnasında, rüküdan kalkma
halinde ellerin kaldırılması vaciptir. Kim ellerini kaldırmazsa namazı
batıldır. Bu, el-Humeydi'nin de görüşüdür, el-Evzai'den gelen bir rivayet de
böyledir. Delil olarak Peygamber Efendimizin: "Benim nasıl namaz kıldığımı
gördüyseniz siz de öylece kılınız" hadisini gösterirler. Sözkonusu bu
hadisi de Buharı rivayet etmiştir. Bunu delil gösterenler derler ki: Buna göre
biz onun nasıl yaptığını gördüysek o şekilde yapmak bizim için vaciptir. Çünkü
Yüce Allah'tan muradını tebliğ eden odur.
İftitah tekbiri dışında
kalan tekbirler ise, sözü geçen hadis dolayısıyla cumhura göre sünnettir. İmam
Malik'in arkadaşı İbnu'l-Kasım şöyle derdi: Namazda üç ve daha fazla tekbiri
getirmeyen kimse selam vermeden önce sehiv secdesi yapar. Eğer sehiv secdesi
yapmazsa namazı batıl olur. Bir veya iki tekbiri unutacak olur ise, yine sehiv
secdesi yapar. Yapmayacak olursa, birşey gerekmez.
Yine ondan gelen
rivayete göre sadece, bir tekbiri yanılarak yerine getirmeyen bir kimse için
sehiv secdesi yoktur. İşte bu, onun tekbirin çoğunluğunun ve genelinin yerine
getirilmesini farz kabul ettiğini az bir kısmının yapılmayışının ise affedilip
bağışlanacağı görüşünde olduğunu göstermektedir.
Esbağ b. el-Ferac ile
Abdullah b. Abdulhakem derler ki: Namazın başından sonuna kadar tekbir
getirmeyen bir kimsenin -iftitah tekbirini getirmiş ise- herhangi birşey
yapması gerekmez. Eğer bu tekbirleri yanılarak yapmamışsa, sehiv secdesi yapar.
Sehiv secdesi yapmazsa ona birşey gerekmez. Bununla birlikte bir kimsenin
tekbiri kasten terketmemesi gerekir. Çünkü bu tekbirler (intikal tekbirleri,
ara tekbirler namazın sünnetlerinden bir sünnettir. Kasten bu tekbirleri
terkedecek olursa güzel bir iş yapmamış olur. Bununla birlikte herhangi bir şey
yapması gerekmez ve namazı da geçerlidir.
Derim ki: Doğrusu budur.
Şafiilerden, Kufelilerden hadis ehli ile -İbnu'lKasım'ın görüşünü kabul edenler
dışında- Malikilerden oluşan değişik bölge fakihlerinin görüşü budur. Buharı,
(Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bir babına şu başlığı vermektedir: "Rükü'
ve sücudda tekbiri tamamlamak babı." Daha sonra Buhari Mutarrif b.
Abdullah'ın rivayet ettiği hadisi şöylece kaydetmektedir: Ben ve İmran b.
Husayn, Ali b. Ebi Talib'in arkasında namaz kıldık. Secdeye gittiğinde tekbir
getirir, başını kaldırdığında tekbir getirir, ikinci rek'atten (teşehhüdden)
kalktığında da tekbir getirirdi. Namazını bitirince İmran b. Husayn elimden
tutup şöyle dedi: Bu bana Muhammed (s.a.v.)'ın kıldığı namazı hatırlattı. Veya
şöyle dedi: Andolsun, bu bizlere Muhammed (s.a.v.) gibi namaz kıldırdı.
Buhari daha sonra
İkrime'nin rivayet ettiği hadisi şöylece kaydetmektedir: Makam-ı İbrahim'in
yanında her eğilip kalktığında, oturuştan kalkıp başını secdeye koyduğunda
tekbir getiren birisini gördüm. İbn Abbas'a haber verince şöyle dedi:
"Anasız kalasıca. Peygamber (s.a.v.)'ın kıldığı namaz da böyle değil
miydi?"
Buharı (Allah'ın rahmeti
üzerine olsun) bu başlık ile ara tekbirleri getirmenin onlarca yapılan bir
uygulama olmadığını bize göstermektedir.
Ebu İshak es-Sebü'nin
Yezid b. Ebi Meryem'den onun da Ebu Musa el-Eş'ari'den rivayetine göre Ebu Musa
şöyle demiştir: Cemel günü Ali bizlere öyle bir namaz kıldırdı ki, bununla bize
Resulullah (s.a.v.)'ın namazını hatırlattı. Her eğilip doğrulduğunda, kalkıp
oturduğunda tekbir getirdi. Ebu Musa der ki: Biz bu tekbirleri ya unutmuştuk
veya kasten terketmiş idik.
Derim ki: Ne dersiniz?
Onlar hiç namazlarını iade ettiler mi? Buna göre: Ara tekbirleri terkeden
kimsenin namazı batıl olur, nasıl denilebilir? Durum böyle olsaydı sünnet ile
farz arasında fark olmazdı. Birşeyin birimleri farz değil ise hepsi de farz
değil demektir. Başarı Allah'tandır.
15- Rüku ve Sucud'da
Tesbih:
Rüku ve sücudda tesbihte
bulunmak, cumhura göre -sözü geçen hadis sebebiyle- farz değildir. İshak b.
Raheveyh bunu farz görmüştür. Ona göre tesbihi bu yerlerde terkeden namazını
iade eder. Çünkü Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Rükua gelince
orada Rabbinizi ta'zim ediniz, sücuda gelince orada çokça dua etmeye çalışınız.
Çünkü duanızın kabul edilmesi, çokça umulur."
16- Birinci Oturuş ve
Teşehhüd:
Cülus (birinci oturuş)
ve teşehhüde gelince, bu konuda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Malik
ve mezhebine mensup olan ilim adamları birinci oturuş ve bu oturuşta teşehhüd
getirmek sünnettir, der. Bir grup ilim adamı da birinci oturuşu vacip kabul
eder ve şöyle derler: Bu oturuşun diğer farzlardan ayrı bir özelliği sehiv
secdesinin onun yerini tutmasıdır. Müzabene satışından araya icare akidlerinden
de kırad akdinin bedel olarak kabul edilmesi ve imamı rüku halinde bulan
kimsenin iftitah tekbiri aldıktan sonra rüku'a durması gibidir. Ayrıca bu
konuda şunu da delil gösterirler: Eğer bu (oturuş ve teşehhüd) sünnet olsaydı,
kasden bunu terkeden kimsenin namazın diğer sünnetlerini terketmek halinde
olduğu gibi namazının batıl olmaması gerekirdi. Diğer taraftan bunu vacip
(farz) görmeyenler şunu delil gösterirler: Eğer bu, namazın farzlarından birisi
olsaydı, unutarak bunu terkeden kimsenin bunu yerine getirmesi için -bir secde
veya bir rüku terkeden gibi- geri dönmesi gerekir ve rüku' ve sücudda
gözetilmesi gereken sıra ve tertibe de riayet etmesi, ondan sonra da bir rüku
veya bir secde yapmayı terkedip daha sora bunları sırasına göre yerine getiren
kimsenin yaptığı gibi sehiv secdesinde bulunması gerekirdi. Abdullah b.
Buhayne'nin rivayetine göre, Resulullah (s.a.v.) iki rek'at kıldıktan sonra
ayağa kalktı ve teşehhüdde bulunmayı unuttu. Arkasında bulunan cemaat oturması
için tesbih getirdi (subhanallah dedi) ise de o ayakta kalmaya devam etti;
bunun üzerine arkasındaki cemaat da ayağa kalktı. Namazını bitirince selam
vermeden önce sehiv secdesini yaptı.
Şayet birinci oturuş
farz olsaydı unutmak ve yanılmak dolayısıyla sakıt olmazdı. Çünkü namazlardaki
farzların terkedilmesinin - imama uyan kişi müstesna - unutmak veya kasten
olması arasında fark yoktur.
17- Son Oturuş:
Namazda son oturuşun
hükmü ve bundan maksadın ne olduğu ile ilgili ilim adamlarının farklı görüşleri
vardır. Bu konu ile ilgili beş ayrı görüş ileri sürülmüştür:
a- İkinci oturuş da
teşehhüd de selam da farzdır. Bu görüş sahiplerinden birisi de Şafii'dir. Ahmed
b. Hanbel'den gelen rivayetlerin birisi de bu doğrultudadır. Bunu Ebu Mus'ab,
Muhtasarında Malik'ten ve Medine halkından bir görüş olarak da rivayet
etmiştir. Davud ez-Zahiri de bu görüştedir. Şafii der ki: Birinci teşehhüdü,
Peygamber (s.a.v.)'e salat ve selam getirmeyi terkeden bir kimsenin bunları
iade etmesi gerekmez, fakat bunları terkettiği için sehiv secdesi yapması
gerekir. Unutarak yahut kasten son teşehhüdü terkeden kimse namazını iade eder.
Bu görüş sahipleri Peygamber (s.a.v.)'ın namaza ait beyanlarının farz olduğunu
delil gösterirler. Çünkü namazın asıl delili mücmeldir. (Kısa ve veciz ifade
edilmiştir). Herhangi bir delil ile istisna edilenler dışında beyana ihtiyacı
vardır. Peygamber (s.a.v.) da: "Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz
siz de öylece namaz kılınız" diye buyurmuştur.
b- İkinci görüşün
sahiplerine göre ikinci oturuş, teşehhüd ve selam vacip değildir. Bu, Basra
alimlerinden birinin görüşüdür. İbrahim b. Uleyye de bu kanaattedir. Ayrıca son
oturuşu birinci oturuşa açıktan açığa kıyas etmiş ve böylelikle cumhura da
muhalefet etmiş, şaz bir görüş ortaya atmıştır. Şu kadar var ki o, bütün
bunlardan herhangi birisini terkedenin namazını iade edeceği görüşündedir.
Bunların delilleri arasında Abdullah b. Amr b. el-As'ın rivayet ettiği
Peygamber (s.a.v.)ın şu buyruğudur: "İmam namazında başını son secdeden
kaldırdığı sonra da abdesti bozulduğu takdirde namazı tamam demektir."
Ancak bu Ebu Ömer'in (İbn Abdi'l-Berr'in) açıklamasına göre sahih bir hadis
değildir. Buna dair açıklamalarımızı "el-Muktebes"de beyan etmiş
bulunuyoruz. Ancak hadisin bu lafzı olsa olsa selam verme gereğini kaldırır,
oturmayı değiL.
c- üçüncü görüş:
Teşehhüd miktarı oturmak farzdır. Yoksa bizzat teşehhüd de selam da farz
değildir. Bunu Ebu Hanife ve arkadaşları ile bir grup Kufe alimi ileri
sürmüştür. Bunlar İbnu'l-Mübarek'in el-İfriki Abdurrahman b. Ziyad'dan -ki
zayıf bir ravidir-rivayet ettiği hadisi delil gösterirler. Bu hadiste belirtildiğine
göre Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse
namazının sonlarında oturduğu ve selam vermeden önce abdestini (herhangi bir
şekilde) bozduğu takdirde onun namazı tamam olur.''
İbnu'l-Arabi der ki:
Hocamız Fahrü'l- İslam ders esnasında bize şu beyiti okurdu: "Bir osurukla
namazdan çıkılacağı görüşündedir Söyleyin bana osuruk ile ''es-selamu aleykum''
arasında fark ne kadar büyüktür?"
İbnu'l-Arabi der ki:
Mezhebimize mensup kimi ilim adamı bu mes'eleden
oldukça zayıf iki şer'i
hükfim çıkarmışlardır. Bunlardan birincisi Abdülmelik'in Abdülmelik'ten
rivayetine göre şaka ve oyun olsun diye ikinci rek'atin sonunda selam veren bir
kimse ile ilgili açıklama şöyledir: Eğer dört rek'at kılıyorsa (iki rekat için)
yeterli olur. Bu görüş Iraklıların görüşünün aynısıdır. İkinci mesele: Kabul
görmeyen kitabIarda belirtildiğine göre imam teşehhüdden sonra ve selamdan önce
kasten abdestini bozarsa bu ona uyanlar için de yeterli gelir. (Yani onların da
namazı tamam olur). Ancak bunlar fetvada iltifat edilmemesi gereken
hususlardandır. Meclislerde hatırlamak kastıyla bunlar sözkonusu edilebilse de.
d- Dördüncü görüş: Ka'de
de farzdır, selam da farzdır, fakat teşehhüd vacip değildir. Bu görüşü
savunanlar arasında Malik b. Enes, mezhebine mensup arkadaşları ve bir
rivayette Ahmed b. Hanbel'dir. Bunlar şu sözleriyle delil gösterirler: İftitah
tekbiri ile Fatiha'yı okumanın dışında hiçbir zikir vacip (farz) değildir.
e- Beşinci görüş:
Teşehhüd ve oturuş birer vaciptir, fakat selam vacip değildir. Aralarında İshak
b. Raheveyh'in de bulunduğu bir grup ilim adamı bu görüştedir. İshak bunun için
Resulullah (s.a.v.)'ın Abdullah b. Mes'ud'a teşehhüdün nasıl yapılacağını
öğrettiği ve şunları söylediği hadisi delil göstermiştir: "Sen bunu
bitirdin mi namazın da tamam olur ve üzerindeki mükellefiyeti eksiksiz yerine
getirmiş olursun." Darakutni der ki: Hz. Peygamber'in:
"Onu bitirdiğin
takdirde namazın tamam olmuş olur" sözünü bazı raviler Züheyr'den
naklederek hadise dercetmiş ve Peygamber (s.a.v.)'ın sözüne bitişik gibi
göstermiştir. Ancak Şebabe bunu Züheyr'den yaptığı rivayetinde ayırdetmiş ve
İbn Mes'ud'un sözü olarak belirtmiştir. Onun bu ifadesi Peygamber (s.a.v.)'ın
hadisine bu sözü dercedenlerden doğruya daha yakındır. Şebabe ise güvenilir bir
ravidir. Gassan b. er-Rabi' de aynı şekilde ona uygun rivayette bulunmuştur. O
da hadisin son kısmını İbn Mes'ud'un söylediği bir söz olarak ifade etmiş ve
Peygamber (s.a.v.)'e ref'etmemiştir (ulaştırmamıştır.) (Darakutni, 1, 353)
18- Selam'ın Hükmü:
İlim adamları namazın
sonunda selam vermenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. Vacip (farz)
olduğu söylendiği gibi vacip olmadığı da söylenmiştir. Doğrusu vacip olduğudur.
Çünkü Hz. Aişe'den ve Hz. Ali'den rivayet edilen sahih hadis bunun vacip
olduğunu göstermektedir. Bu hadisi şerifi Ebu Davud ve Tirmizi rivayet ettiği
gibi Süfyan es-Sevri, Abdullah b. Muhammed b. Akil'den, o Muhammed b.
el-Hanefiyye'den, o Hz. Ali'den rivayet etmektedir. Hz. Ali dedi ki: Resulullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu: "Namazın anahtarı abdest, onun tahrimi tekbir,
tahlili ise teslimdir." Bu hadis-i şerif, iftitah tekbirini almak ile
selam vermenin vacip olduğunu gösteren asıl bir delildir. Ayrıca başka bir
şeyin onların yerini tutmayacağını da göstermektedir. Nitekim başka birşeyin
taharetin (abdestin) yerini tutmayacağı da ittifakla kabul edilmiştir.
Abdurrahman b. Mehdi der
ki: Bir kişi namazına aziz ve celil olan Allah'ın isimlerinden yetmiş isim ile
başlayıp da tahrim tekbirini getirmeyecek (Allah Ekber demeyecek) olsa yeterli
olmaz. Selam vermeden önce abdesti bozulursa bu da yeterli olmaz. Bu aynı
zamanda Abdurrahman b. Mehdi'nin Hz. Ali'nin hadisini sahih kabul ettiğini
göstermektedir. Abdurrahman b. Mehdi hadis ilminde hadisin sahih olanını
olmayanından ayırdedebilmekte imamdır. Onun bu kanaati de yeterlidir.
19- iftitah
Tekbiri'nin Hükmü:
İlim adamları iftitah
esnasında tekbirin vücubu hususunda farklı görüşlere sahiptir: İbn Şihab
ez-Zühri, Said b. el-Müseyyeb, el-Evzai, Abdurrahman ve bir grup ilim adamı:
İhram tekbiri (iftitah tekbiri) vacip değildir, demişlerdir. İmam Malik'ten
imama uyan kimse hakkında bu görüşe delalet eden ifadeler rivayet edilmiştir.
Ancak onun mezhebinde sahih kabul edilen görüş ihram tekbirinin vacip olması ve
bunun farz olup namazın rükünlerinden bir rükün olmasıdır. Doğrusu budur,
cumhurun kabul etiği görüş de budur. Bundan farklı görüş belirtenlerin
görüşlerini ise sünnet reddetmektedir.
20- iftitah Tekbirinin
Sözleri:
Namaza girmek için
söylenmesi gereken lafız hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.
Malik, onun mezhebine mensup arkadaşları ve ilim adamlarının çoğunluğu
tekbirden başkası yeterli değildir derler. Bunlara göre tehlil (La ilahe
illellah), tesbih (sübhanallah), ta'zim (Allahu a'zam), tahmid (elhamdülillah)
demek yeterli değildir. Hicaz alimlerinin ve Irak alimlerinin çoğunluğunun
görüşü budur. İmam Malik'e göre ise ancak "Allahu Ekber" demek
yeterli olur, başkası yeterli değildir. İmam Şafii de böyle demiş ve ayrıca:
"Allahu'l-Ekber" ile "Allahu'l-Kebir" demenin yeterli
olacağını da eklemektedir. İmam Malik'in lehine delil, Hz. Aişe'nin rivayet
ettiği şu hadis-i şeriftir: Resulullah (s.a.v.) namaza tekbir ile başlar
kıraate de "elhamdülillahi rabbil alemin" diyerek başlardı.
Ayrıca Hz. Ali'nin
rivayet ettiği hadiste yer alan: "Onun tahrimi tekbirdir" hadisi ile
(daha önce işaret edilen) Bedevi Arabın namaz kılmasını öğrettiği hadiste:
"Tekbir getir" demesidir.
İbn Mace'nin Sünen'inde
de şu rivayet yer almaktadır: Bize Ebu Bekr b. Ebi Şeybe ile Ali b. Muhammed
et-Tanafisi anlatarak dediler ki: Bize Ebu üsame anlattı, dedi ki: Bana
Abdülhamid b. Ca'fer anlattı dedi ki: Bize Muhammed b. Amr b. Ata anlattı dedi
ki: Ben Ebu Humeyd es-Saidi'yi şöyle derken dinledim: Resulullah (s.a.v.)
namaza kalktığında kıbleye yönelir, ellerini kaldırır ve: "Allahu
ekber" derdi.
Bu, tekbir lafzının
söylenmesi gereken muayyen lafız olduğu hususunda açık bir nas ve sahih bir
hadistir. Şair der ki: "Gördüm ki Allah herşeyden en güçlü, en büyüktür Ve
herşeyden orduları da daha azimdir."
Diğer taraftan
"Allahu ekber" lafzı kadim oluşu da ihtiva etmektedir. Ancak
"kebir" ya da "azim" lafızları bu manayı ihtiva
etmemektedir. Dolayısıyla "Allahu ekber" mana itibariyle daha
beliğdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Ebu Hanife de der ki:
Eğer kişi "la ilahe illellah" diyerek namaza başlayacak olsa bu da
yeterlidir. Şayet "allahumeğfirli (Allah'ım, bana mağfiret buyur)"
diyecek olsa bu yeterli olmaz. Muhammed b. el-Hasen de bu görüştedir. Ebu Yusuf
ise der ki: Eğer güzel bir şekilde tekbir alabiliyor ise böyle söylemek yeterli
olmaz, el-Hakem b, Uteybe şöyle dermiş: Kişi tekbir yerine Allah'ı zikredecek
olur ise bu da onun için yeterlidir, Ancak İbnu'l-Münzir şöyle demektedir: Ben
güzel bir şekilde Kur'an okumasını bilen bir kimsenin, bunun yerine tehlil ve
tekbir getirip Kur'an okumayacak olur ise namazının fasid olacağı hususunda
(ilim adamlarının) görüş ayrılığı içerisinde olduklarını bilmiyorum, Bu görüşü
kabul eden bir kimsenin, tekbir yerine başka birşeyin söylenmesinin yeterli
olmasını da kabul etmemesi ve bu görüşü ileri sürmemesi gerekirdi, Tıpkı
kıraatin yerini başka bir şeyin tutmaması gibi. Ebu Hanife der ki: Arapça
olarak bu lafzı güzelce söyleyebilse dahi Farsça tekbir getirmesi yeterlidir,
Ancak İbnu'l-Münzir de şöyle demektedir: Hayır, yeterli olmaz. Çünkü bu
müslüman cemaatlerin kabul ettiği görüşün hilafınadır. Peygamber (s.a.v.)'ın
ümmetine öğrettiğine muhaliftir. Onun kabul ettiği bu görüşüne uygun kanaat
belirten kimsenin olduğunu da bilmiyoruz, Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
21- Namazda Niyyet:
Ümmet iftitah tekbiri
esnasında niyetin vücubu üzerinde ittifak etmiştir.
Bundan tek basit istisna
bizim mezhebe mensup bazı kimselerden gelen rivayettir. Buna dair açıklamalar da
taharet ile ilgili ayet-i kerimenin tefsirinde gelecektir.
Niyetin özü, emri verene
emrettiğini kendisinden istenen şekilde yapmak suretiyle yakınlaşmak kastıdır.
İbnu'l-Arabi der ki; Her niyette asl olan niyette belirtilen fiile başlamakla
birlikte bu niyeti yapmaktır. Veya niyeti hatırdan çıkarmamak şartıyla fiile
başlamadan önce bu kasdı içinde barındırmaktır. Şayet önceden niyet yapılır ve
gaflet gelir, dolayısıyla bu halde iken ibadete başlanırsa önceki o niyet
muteber değildir. Tıpkı fiile başladıktan sonra yapılan niyetin muteber
olmayışı gibi. Ancak oruçta niyetin daha önce yapılmasına ruhsat vardır. Çünkü
oruca başlamanın ilk vaktinde niyetin de bulunması oldukça büyük bir zorluktur,
İbnu'l-Arabi der ki:
Bize Ebu'l-Hasen el-Kurevi Askalan serhaddinde dedi ki: İmamu'l-Harameyn'i
şöyle derken dinledim: Kişi namaza başlayacağı esnada niyetini de hatırında
tutar, Sadece yaratıcıyı, alemin sonradan yaratılmış olduğunu ve nübüvveti
düşünür. Nihayet onun bu düşüncesi namaza niyete gelir karar bulur, Der ki:
Bunun için de uzun bir zamana gerek yoktur. Bu, son derece kısa bir an
içerisinde gerçekleşebilir. Çünkü cümlelerin öğretilmesi için uzun bir zamana
gerek var, ancak bunların hatırlanması kısacık bir anda olur. Niyetin
tamamlayıcı unsurlarından birisi de namazın tümünde niyetin bulunmasıdır. Ancak
bu zor bir iş olduğundan dolayı şeriat namaz esnasında niyetin hatırdan
gitmesini hoşgörü ile karşılamıştır. Hocamız Ebu Bekr el-Fihri'yi Mescid-i
Aksa'da şöyle derken dinledim: Muhammed b. Sahnun dedi ki: Babam Sahnun'u kimi
zaman namazı bitirdiği halde kalkıp iade ettiğini gördüm. Ona: Neden böyle
yaptın? dediğimde şu cevabı verirdi: Namaz esnasında niyet hatırımdan çıktı,
işte bunun için namazı iade ettim.
Derim ki: İşte bunlar
namaza ait birtakım hükümlerdir. Diğer hükümlerine dair açıklamalar ise Yüce
Allah'ın güç ve yardımı ile bu kitabın ilgili yerlerinde gelecektir. Rükudan,
cemaatle namaz kılmaktan, kıbleden, namazları vakti içerisinde kılmaktan söz
edileceği gibi yine bu surede korku namazından da kısmen söz edilecektir.
Ayrıca namazın kısaltılması, korku namazı ile ilgili tamamlayıcı açıklamalar
Nisa suresinde, vakitlere ait açıklamalar Hud, İsra ve Rum surelerinde, gece
namazı ile ilgili açıklamalar el-Müzemmil suresinde, tilavet secdesiyle ilgili
açıklamalar A'raf süresinde, şükür secdesiyle ilgili açıklamalar Sa'd süresinde
hepsi yeri gelince -yüce Allah'ın izniyle- açıklanacaktır.
22- Rızık:
'"Kendilerine
rızık. olarak verdiğimizden de infak ederler" buyruğuna gelince; rızık,
Ehl-i Sünnet'e göre helal veya haram olsun kendisiyle yararlanmanın mümkün
olabildiği şeydir. Bu görüş "haram rızık değildir, çünkü onun mülk
edinilmesi sahih değildir, Allah da haramı rızık olarak vermez, helali rızık
olarak verir ve rızık ancak mülkiyet manasını taşıması halinde sözkonusu
olur" diyen Mu'tezilenin görüşüne muhaliftir.
Derler ki: Küçük bir
çocuk hırsızlarla birlikte yetişse ve baliğ olup güç kazanıp o da hırsız
oluncaya kadar hırsızların yedirdiklerinden başka hiçbir şey yemese, yine
hırsızlık yapmaya devam edip ölünceye kadar çaldıklarını yemeyi sürdürse o şeye
malik olmadığından dolayı Allah ona hiçbir rızık vermiş olmaz ve o Allah'ın
rızkından herhangi birşey yememiş olarak ölür gider.
Ancak bu tutarsız bir
görüştür. Buna karşı delil ise şudur: Eğer rızık mülk olarak vermek anlamını
taşısaydı çocuğun rızıklanan bir kimse olmaması gerekirdi. Yine çöllerde
otlayan davarların aynı şekilde kuzu ve oğlakların da rızıklandırılanlardan
olmamaları gerekirdi. Çünkü bu hayvan yavrularının analarının sütleri yavruların
değil, analarına sahip olanların mülkiyetindedir.
ümmet, küçük çocuğun
oğlak ve kuzu gibi hayvan yavrularının ve diğer davarların rızıklananlardan
oldukları, Yüce Allah'ın mülk edinenler olmamakla birlikte onlara rızık verdiği
üzerinde icma ettiğine göre; rızkın gıda demek olduğu anlaşılmış olur. Çünkü
ümmet, köle ve cariyelerin rızıklanan kimseler oldukları üzerinde ve aynı
şekilde mülk edinemeyen kimseler olmakla birlikte Yüce Allah'ın onları
rızıklandırdığı üzerinde icma etmişlerdir. Böylelikle rızkın bizim dediğimiz
gibi olduğu, onların ileri sürdükleri gibi olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Allah'tan başka rızık veren olmadığının delili ise şu buyruklardır:
"Size gökten ve
yerden rızık veren Allah'tan başka herhangi bir yaratıcı var mıdırl" (Fatır,
3); "Bol bol rızık veren şüphe yok ki: o pek çetin ve güç sahibi olan
Allah'tır. "(ez-Zariyat, 58); "Yeryüzünde yürüyen ne kadar canlı
varsa hepsinin rızkını veren de mutlaka Allah'tır. "(Hud, 6) Bu husus
kesindir. Hakiki anlamda rızık veren Allah'tır, Ademoğlunun rızık verici olması
ise kelimenin anlamını zorlamak halinde (mecazen) sözkonusu olabilir. Çünkü
Ademoğlu Fatiha suresinde de açıkladığımız gibi sonradan elinden alınacak bir
şekilde malik olur. O da hiçbir şeklide mülk sahibi olmayan hayvanlar gibi
gerçek anlamda merzuktur (yani Allah'tan rızık alandır). Ancak herhangi bir
şeyi alıp kullanmasına izin verilmiş ise onun hükmü helaldır, alıp kullanmasına
izin verilmemiş ise hükmü haramdır ve her ikisi de rızıktır.
Üstün akla sahip
kimselerden birisi Yüce Allah'ın: "Rabbinizin rızkından yeyin, O'na
şükredin. Hoş bir belde ve mağfireti bol bir Rabb .. " (Sebe', 15)
buyruğundan hareketle şunları söylemektedir: Burada mağfiretin sözkonusu
edilmesi rızkın kimi zaman haram olabileceğine işaret etmektedir.
23- Kelime Anlamı ile
"Rızık'':
Yüce Allah'ın:
"Kendilerine rızık olarak verdiğimizden" buyruğunda yer alan "rızk"
kelimesi (...)'dan masdardır. Razk şeklinde masdar rızk şeklinde isimdir.
Çoğulu "erzak" şeklinde gelir. Rızk, ata (devlet tarafından verilen
muayyen maaş) anlamına da gelir. "Er-Razıkiyye" beyaz keten bir
kumaştır. (...) askerler rızıklarını (maaşlarını) aldı anlamındadır. (...) bir
defalık rızık demektir. Dilciler böyle açıklamıştır. Diğer taraftan
İbnu's-Sikkıt şöyle demiştir: Rızk Ezdişenue kabilesinin lehçesinde şükür
anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Ve rızkınızı yalanlamaktan ibaret mi
kılacaksınız!" (el-Vakıa, 82) buyruğunun anlamı, şükrünüzü yalanlamaktan
ibaret mi kılacaksınız? demektir. Bu manada: Beni rızıklandırdı, demek bana şükretti,
demek olur.
24- ''İnfak''ın
Anlamı:
Yüce Allah'ın:
"İnfak ederler" buyruğunun anlamı ellerinden çıkartırlar demektir.
İnfak malın elden çıkartılmasıdır. Bu anlamda (...) denildiği zaman, satılan
şey satıcının elinden çıktı, müşterinin eline geçti demek olur. (...)
ifadesinden kasıt hayvanın canının çıkmasıdır. Bir taraftan takib edildiği
takdirde öbür taraftan çıkmasına yarayan ve tarla faresinin yuvasının adı olan
"en-nafika" da burdan gelmektedir. "Münafık" kelimesi de bu
köktendir. Çünkü münafık imandan çıkar veya iman onun kalbinden çıkar. Şalvarın
ayakların çıktığı paça kısmına da "neyfak" adı verilir. (...) ise,
sahibi azığı tüketti ve elinden çıkardı, anlamındadır. (...) kavmin azıklarının
tükendiğini ifade eder. Şanı Yüce Allah'ın: ''O zaman infak olur (tükenir)
korkusuyla şüphesiz cimrilik ederdiniz." (el-İsra, 100) buyruğunda yer
alan "infak" kelimesi de bu anlama gelir.
25- ''İnfak"tan
Kasıt:
Burada sözü geçen
"nafaka (infak edilen)"dan neyin kastedildiği hususunda ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır. Bunun farz olan zekat olduğu söylenmiştir.
-Bu görüş İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.- Çünkü namaz ile birlikte sözkonusu
edilmiştir. Kişinin aile halkına yaptığı harcamalardır denilmiştir. -Bu da İbn
Mes'ud'dan rivayet edilmiştir.- Çünkü bu, nafakanın en faziletlisidir.
Müslim'in rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiş: Resulullah (s.a.v.) buyurdu
ki: "Allah yolunda infak ettiğin bir dinar ile bir köle azad etmek uğrunda
harcadığın bir dinar, bir yoksula sadaka olarak verdiğin bir dinar ve aile
halkına harcadığın bir dinar. Bunlar arasında ecri en büyük olan aile halkına
harcadığındır."
Sevban'dan şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Kişinin infak ettiği
dinarların en faziletlisi aile halkına harcadığı dinar ile aziz ve celil olan
Allah yolunda kullanacağı bineğine harcadığı dinar ve Allah yolunda
arkadaşlarına harcadığı dinardır." Ebu Kılabe -bu hadisin senedinde yer
alan ravilerden birisi- der ki: Burada önce aile halkından söz edilmiştir. Daha
sonra Ebu Kılabe şöyle der: Başkalarına dilenmekten onları koruyan veya Yüce
Allah'ın onlar vasıtasyla kendisine fayda sağlayacağı ve sonra da kendilerini
zengin kılacağı küçük çocuklarına infak eden bir kişiden daha büyük ecir sahibi
kim olabilir?
Burada sözü geçen
"infak"tan kastın nafile sadaka olduğu da söylenmiştir. -Bu
ed-Dahhak'tan rivayet edilmiştir.- Bu görüşünü ileri sürerken zekatın ancak
kendine has olan lafzı ile -ki o da "zekat" lafzıdır- kullanıldığını
gözönünde bulundurmuştur. Eğer zekat başka bir lafız ile sözkonusu edilecek
olursa hem farzı, hem nafile tasadduku ifade etmesi ihtimal dahilindedir. Şayet
infak lafzı kullanılmış ise bu sadece nafile sadaka anlamını ifade eder.
ed-Dahhak der ki: Nafaka, önceleri kendi imkanları ölçüsünde Yüce Allah'a
kendisi vasıtasıyla yakınlaştıkları bir yol idi. Bu durum sadakaların farz
olarak harcama yerlerini belirten Tevbe suresindeki ayet ile yine aynı surede
yer alan diğer ayetleri nesheden buyruklar nazil oluncaya kadar böylece devam
etmiştir. Burada nafaka ile zekatın dışında mallarda arızi olarak yerine
getirilmesi gereken haklar olduğu da söylenmiştir. Çünkü Yüce Allah bu hakkı
namaz ile birlikte zikrettiğinden dolayı bu farz olur. Ancak zekat lafzı
sözkonusu edilmediğinden zekatın dışında bir farz olduğu anlaşılır.
İnfak emrinin genel
olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da budur. Çünkü bu buyruk, kendilerine verilen
rızıklardan infakta bulunmayı övmek sade dindedir. Bu ise ancak helalden olur.
Yani onlar şeriatin ödemelerini emrettiği zekat ve zekatın dışında bazı
hallerde yerine getirmeleri teşvik edilen şeyleri verir, infak ederler.
Şöyle de denilmiştir:
Gayba iman kalbin işidir. Namaz kılmak bedenin işidir. "Kendilerine
verdiğimiz rızıklardan infak ederler" buyruğu ile kasdedilen de malın
payıdır. Bu da açıkça anlaşılan bir konudur.
Yüce Allah'ın: "Ve
kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler" buyruğunun
te'vili ile ilgili olarak önceki ilim adamlarından kimisi şöyle demiştir: Yani
kendilerine öğrettiklerimizden onlar da öğretirler. Bunu Ebu Nasr Abdürrahim b.
Abdülkerim el-Kuşeyri nakletmiştir.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN